Birbirimizi görür görmez aynı anda ellerimizi havaya kaldırıp yerde yatan karartılara doğru adımlarımızı attık. Yaklaştık, yaklaştık; aramızda iki üç metre mesafe kalınca durduk. Birbirimize baktık. Soğuktan titriyorduk ikimiz de. Ellerimizi indirdik.
„Bu sabah bir düşman askerini vurduk“ dedi savaşçılarımdan biri. „Köprünün üstünde yatıyor.“
Eski bir savaş anısını anlatır gibi rahattı.
„Nasıl vurdunuz?“
„Bir grup asker köprüyü geçmek istedi. En öndekini tek atışla…“
„Silahını aldınız mı?“ dedi sarı saçlı savaşçım.
„Hele karanlık bir çöksün,“ dedi askerin vurulduğunu söyleyen.
Ufukta gök gürledi. Ateş yaktığımız mağaranın kapısından gökyüzüne baktım. İçinde şimşeklerin çaktığı bulutlar hızla tepemizde birikiyordu. Akşama daha çok vardı. Üç gündür düşman birlikleri
geçmesin diye pusu kurduğumuz köprüde bir asker yatıyordu şimdi. Askerin görüntüsü gözlerimin önüne geldi. Birazdan yağmur yağar, sırılsıklam olur düştüğü yerde; ve üşür…
Belki de şimdiye kadar cesedini almışlardır.
Köprü, yarım saat uzaktı buradan. Yağmur yağmadan önce gidip her şeyi yerinde görmek istiyordum. Mağaranın önünde bir sigara yaktım. Vakit azdı. Hemen gitmeliydim. Silahımı almak için içeriye döndüm. Tecrübe edinmesi için böylesi anlarda sarı saçlı savaşçımı yanımda götürürdüm. „Haydi gidelim“ diyecektim ki, onu bulamadım.
Ateşin önünde oturan, yaşlı savaşçı „arkadan uyuyor“ dedi, karanlığı göstererek. ‚Ne çabuk!‘ dedim içimden. „Oysa az önce ’silahını aldınız mı?‘ derken ne kadar da heyecanlıydı!“
„Bana mı dedin?“ dedi, yorgun sesiyle yaşlı savaşçım.
Sesli düşündüğümü anlamıştım.
„Hayır“ dedim, şaşkınlığımı gizleyen bir gülümsemeyle.
Birkaç dakika sonra köprüyü gören tepeye doğru yürüyordum. Hava hafiften kararmaya başlamıştı. Gökyüzü grinin bütün tonlarını taşıyan bir karmaşa içindeydi. Bulutların ulaşamadığı yerlerde güneş yelpaze gibi devasa ışık oklarını düşürüyordu tepelere. Buğunun sardığı yeşil sırtların sarımsı aydınlığı havaya hüzün katıyordu. Derken yağmur atıştırdı tek tek. Tozlu patikaya patır patır düşüyordu iri damlalar. Köprünün üstündeki askeri düşünüyordum. Böyle bir sabah karanlığında açık açık, köprüyü geçme cüreti… Cesaretli biri olmalıydı. Ama savaşta cesaret tek yetmiyordu. Ona da yetmemişti. Biraz sonra kanlı bedeni bu yağmurla son kez yıkanacaktı. Adımlarımı hızlandırmıştım ki, aniden silahlar patladı. Köprü tarafından geliyordu ses. Yoğun bir tarama yapılıyordu. Yağmur da iyice bastırınca, gök gürültüsüyle birlikte sesler tam bir uğultuya dönüştü.
Tepedeki savaşçıların yanına varıp bir mevziye girdim.
Herkes sırılsıklamdı ve sessiz…
Birinin bana neler olup bittiğini anlatmasını istedim.
Yağmurluğuna sarınmış savaşçı konuştu.
„Köprüde koşan biri, silah sesleriyle birlikte yere düştü. Baktık… Sarı saçlı…“
Dürbünü ellerimle koruyarak baktım. Yağmurun ve pusun içinde, havaya asılı gibi duran tek kubbeli taş köprünün üstünde iki karartı yatıyordu. Yüzükoyun düşmüşlerdi. Aralarında birkaç metre vardı. İkisinin de silahı, akan kırmızı iki şerit yağmurla birlikte uzuyor, az ötede birleşip daha kalın bir hat oluşturuyordu. Ne tuhaf; köprünün iki ucundan koşup ortada kavuşamadan yere yığılmış iki sevgiliyi andırıyorlardı.
‚Neden gittin deli çocuk?‘ dedim içimden. ‚Bir silah için, değil mi?‘
Evet, vurulan düşmanın silahını almak büyük bir cesaretti. Bunu o da biliyordu. Silahını alıp döndün mü korkuyu da öldürmüş olurdun; ve cesareti sabit bir duygu gibi işlemiş sayılırdın yüreğine.
Yağmurun dinmesini bekliyordum. Bazen tersi yaşanırdı beklentilerin. Yağmur öyle bir bastırdı, nehir öyle bir yükseldi ki köprüyü sular seller götürecekti neredeyse. Köprünün üstünde ince bir dere kadar su birikmeye başladı. Cesetler bir an kayboldu. İki karış suyun altında sürüklenip gitmelerinden korktum. Ama hayır, yağmur dinip sular çekilince köprünün üstündeki karartılar ortaya çıktı.
Karşı taraftakiler ne düşünüyordu şimdi? Bizler gibi onlar da izlediler mi bu felaketi? Ne yapmak istiyorlardı acaba? Komutanları risk alır mı? Ve cesedi… İlk defa düşmanımın benim gibi düşünmesini istiyordum. Onun da cesur bir askeri vurulmuştu, gençti muhakkak. Benim savaşçım da gençti ve de cesur… İkisini de bir an sular yuttu. Mezara gömüldüler sanki. Sonra bir mucizeyle tekrar gün yüzüne çıktılar. İçimden geçenleri o da hissediyor mu şimdi? Ah… Bir hissetse…
Telsizle konuşmayı denedim.
„Sesimi alıyor musun? Tam karşındayım…“
Birkaç saniye sonra parazit cızırtıları yükseldi cihazdan.
„Dinliyorum…“ dedi, beklemediğim bir yalınlıkla, sesi sesime benziyordu.
„Silahsız bir askerini gönder, ben de silahsız bir savaşçımı… Cesetlerimizi alalım…“
Cevap vermedi. Üç dakika sonra yine çağrı yaptım.
„Bir askerini gönder…“
„Kimseyi göndermeyeceğiz. Biz inelim!“
Hiç tereddüt etmeden;
„Tamam!“ dedim.
O da hiç düşünmeden;
„Tamam!“ dedi.
Anlaştığımız üzere hazırlanmaya başladım. Yağmur dinmiş, ortalık durulmuştu. Biraz sonra üzerimde sadece iç çamaşırlarım, köprüye doğru ilerliyordum. Kalbimde tarifsiz bir heyecan vardı. Köprüye adımımı atar atmaz karşıdan da yarı çıplak birinin bana doğru geldiğini gördüm. Birbirimizi görür görmez aynı anda ellerimizi havaya kaldırıp yerde yatan karartılara doğru adımlarımızı attık. Yaklaştık, yaklaştık; aramızda iki üç metre mesafe kalınca durduk. Birbirimize baktık. Soğuktan titriyorduk ikimiz de. Ellerimizi indirdik.
Önce yerdeki silahları aldık. O sağ omzuna attı silahı, ben sol… Bir silah, ilk defa öldürmenin aracı değil de başka bir şey, işlevsiz bir demir yığını, bir ağırlık gibi geldi bana. Birkaç saat önce kıpırdadığımız yerde birbirimize kurşun yağdırdığımız düşmanımla şimdi neredeyse aldığımız solukları duyuyorduk. Ben onun dişlerinin takırtısını işitiyordum, o da benim…
Usulca yere çöktük.
Bir çocuk bedeni kadar hafif olan cesetleri kucağımıza alırken karşı karşıyaydık. Yağmura rağmen aramızda iki kan lekesi vardı yine. Birkaç saniye birbirimizin yüzüne baktık. İçimden teşekkür ettim ona. Dudakları kıpırdadı. Gözlerimin içine baktı. Sonra ayak uçlarında suların damladığı ölü askeriyle döndü, ağır ağır yürümeye başladı.
Sarı saçlı savaşçım kucağımdaydı. Bir kolum bükülü dizlerinin altındaydı, bir kolum boynunun… Başı geriye düşmüştü. Yüzüne baktım. Ağzı hafiften aralıktı. Ön dişlerini görüyordum. Rüzgar hafiften vurdu ıslak saçlarına.
Geride, köprünün üstünde iki kan lekesi bırakarak döndüm ve yürümeye başladım.
Tek tük serpiştiren yağmur, birazdan köprüyü bir kere daha yıkayacaktı.
- Veröffentlicht am Samstag 1. Februar 2014 von Mezopotamien Verlag
- ISBN: 9783941012868
- 140 Seiten
- Genre: Belletristik, Erzählende Literatur, Taschenbuch